Üç Hilalin Jeopolitiği: Akdeniz Hilali, Kuzey Hilali ve Doğu Hilali
Haber Detayı
02 Mart 2020 - Pazartesi 12:39 Bu haber 3173 kez okundu
 
Üç Hilalin Jeopolitiği: Akdeniz Hilali, Kuzey Hilali ve Doğu Hilali
DİĞER Haberi
Üç Hilalin Jeopolitiği: Akdeniz Hilali, Kuzey Hilali ve Doğu Hilali

Küresel Güçlerin yeniden şekillendirmeye çalıştığı dünyada jeopolitiğin Türkçe okunması için Üç Hilâlin Jeopolitiği kavramınının önemi ortaya çıktı. Rusya'nın sıcak denizlere inme emellerini Suriye'deki Esad Rejimine destek vererek gerçekleştirmeye çalıştığı günümüzde, ülkemizdeki Avrasyacıların aslında AvRUSYAcılık yaptığı konusunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 2004 yılında yaptığı uyarıları hatırlatan MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, MHP Lideri Bahçeli'nin 16 yıl önce Avrasyacılık uyarısı yaparken Üç Hilâlin Jeopolitiği kavramını gündeme getirişinin önemini sosyal medyadan yaptığı açıklamada vurguladı. MHP AR-GE UZMANI AKİF BOZOK'UN ARAŞTIRMASI Üç Hilâlin Jeopolitiği kavramının ne anlama geldiği konusunda okuyucularımızı bilgilendirmek adına, MHP AR-GE Uzmanı Akif Bozok'un ÜÇ HİLALİN JEOPOLİTİĞİ başlıklı araştırmasını sizlere aktarmak istedik. Akif Bozok, Türk dünyasında birlik arayışları çerçevesinde jeopolitiğin Türkçe okunması gerektiğini belirterek, Akdeniz Hilâli, Kuzey Hilâli ve Doğu Hilâli'nin oluşturduğu jeokültürel hatlar üzerinde şekillenen Türk dünyasının jeopolitiği üzerine değerlendirmelerde bulunuyor. BİR KAVRAM OLARAK TÜRK DÜNYASI: ÜÇ HİLALİN JEOPOLİTİĞİ Coğrafyanın siyasî anlamları üzerine dikkatleri çekerek 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında kazandığı itibarı soğuk savaş yılları boyunca kaybetmiş gözüken “jeopolitik” kavramı, zenginleşen içeriğiyle özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren akademik çevrelerde yeniden rağbet görmeye başlamıştır. Daha çok askerî harekât imkânları üzerine kurulu jeopolitik temelli ilk dönem hâkimiyet teorilerine yöneltilen, teknolojik ilerlemelerle birlikte coğrafyanın bir değişken olarak öneminin azaldığı yönündeki eleştiriler, yeni gelişmelerin ışığında etkisini kaybetmiş gözükmektedir. Kenar kuşağı, kara hâkimiyeti, deniz hâkimiyeti, hava hâkimiyeti gibi klâsik jeopolitik teoriler, coğrafyayla askerî teknolojiler arasındaki ilişkiyi merkezlerine almaktadırlar. Önemli su yolları, geçiş noktaları üzerine yapılan değerlendirmelerde de fizikî coğrafya temel hareket noktasıdır. Siyasî haritalar devreye sokularak ülkelerin jeopolitiği incelendiğinde ise fizikî coğrafyanın yanı sıra siyasî dinamikler, güç merkezleriyle olan ilişkiler, jeokültür gibi diğer değişkenler de tahlillere dahil edilmektedir. Bu yüzden, “Türk dünyası jeopolitiği” ele alınırken de “Türk dünyası” kavramının ifâde ettiği mânâya uygun bir bakış açısı geliştirilmelidir. “Türk dünyası”, “Anadolu”, “Orta Asya” gibi doğrudan coğrafî bir kavrama tekâbül etmemekte, ancak coğrafî anlamlar da içermektedir. “Türk dünyası coğrafyası”ndan bahsedebilmemizi mümkün kılan şey, değişmez bir coğrafî kategori olarak varlığı değil, coğrafyayı üzerinde yaşayan nüfusu merkeze alarak tarif etmemize imkân veren “jeokültür”dür. Bu bakış açısına göre “Türk dünyası” tanımlamasına esas olan Türk milleti ve Türk kültürüdür, coğrafya bu beşerî varlığa nispetle anlam kazanmaktadır. İlk bakışta oldukça teknik bir noktaya işaret etmekteymiş gibi görünen bu tanımlama, bağımsız bir devlete sahip olmayan yahut hâlen bir Türk devletinin tâbiyetinde olmakla birlikte başka bir ülkede kalıcı olarak ikamet eden Türk varlığının da “Türk dünyası jeopolitiği”nin içerisine işlevsel bir şekilde dahil edilmesine imkân vermektedir. Coğrafî olarak bakıldığında Türk topluluklarının benzersiz bir dağılım arz ettikleri hemen fark edilmektedir. Yeryüzünün diğer bölgelerindeki göçmen topluluklar da hatırda tutulmak kaydıyla, Çin’den Avrupa içlerine kadar uzanan coğrafyadaki bu dağılım, bir yandan birbirini takip eden “fâtih“ devletler zincirinin beşerî mirasının, diğer yandan da hayatiyet işareti olan “hareket”li bir millî bünyenin sonucudur. Günümüzde Türk dünyası kavramı, bu geniş coğrafyada siyasî ve ekonomik bir birliği değil, bu yönde gelişmekte olan ilişkilerin zemin ve gerekçesini oluşturan kültür, tarih ve soy birliğini ifâde etmektedir. Bu coğrafî dağılımın ortaya koyduğu jeopolitik manzara anlamlı bir şekilde nasıl ele alınabilir? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle “jeopolitik önem” kavramından hareketle tahlilimize hâkim olan perspektifi ortaya koymaya çalışacağız. Bir coğrafyanın jeopolitik açıdan değer ve anlamının belirlenmesinde iki ayrı ölçüt bulunmaktadır. Bunlardan ilki, bir coğrafyayı “önemli” kılan değişmez niteliklerdir. Örneğin kıtaları birbirine bağlayan önemli su yolları ve kavşak noktaları bu niteliği haizdirler. “Jeopolitik önem”in ikinci yönü ise itibarîdir. Yani coğrafyayı “önemli” olarak göreceklerin konumları, gelecek vizyonları, stratejik hedef ve beklentileriyle ilgilidir. “İtibarî önem”in belirlenmesinde bölgenin değişmez fizikî nitelikleri, siyasî coğrafyası ve “jeokültürel” yapısıyla bir bütün hâlinde dikkate alınmaktadır. Soğuk savaş döneminde Türkiye’ye, Sovyetler Birliği’nin sınır komşusu olması sebebiyle ABD tarafından atfedilen önem bu durumun bir örneğini oluşturmaktadır. Jeokültür, jeopolitiğin kısa ve orta vadede kolay kolay değişmeyen bir parçasını oluşturmaktadır. “Jeopolitik önem” kavramının itibarî belirleyicilerinden diğeri olan siyasî denklemler ise, kısa ve orta vadede daha kolay değişebilmektedirler. Uluslararası sistem içerisindeki güç hiyerarşisi, büyük aktörleri “jeopolitik önem” dağıtıcı bir pozisyona oturtmaktadır. Küresel hâkimiyet mücadelelerinin başrol oyuncularının öncelikleri, manevra ve hedefleri diğer ülkelere atfedilen jeopolitik önemin de kaynağı olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında yalnızca jeopolitik öneminden bahsedilen bir ülkenin uluslararası rekabette başlı başına bir aktör olarak çok fazla ağırlık ifâde etmediğinden söz etmek mümkündür. Örneğin ABD ve Çin gibi aktörlerin uluslararası sistem içerisindeki ağırlıklarından kimsenin şüphesi bulunmamasına rağmen, bu devletlerin “jeopolitik önem”inden bahsedildiği görülmemektedir. Bu durum söz konusu devletlerin önemsizliğini değil, başka hiçbir aktörün davranışlarını yönlendirmelerine imkân vermeyecek ölçüde millî gücün “aktif” unsurlarını seferber etmiş, bizâtihî kendi yönelişleri, dostlukları, düşmanlıkları ve ihtiyaçlarıyla “jeopolitik değer dağıtır” ülkeler olduklarını göstermektedir. Ancak uluslararası sistem içerisinde merkezî bir konumda bulunmayan devletlerin de bir yandan “jeopolitik önem”lerinden kaynaklanan pazarlık imkânlarını kullanırken, diğer yandan kendi “jeopolitik anlam haritalarını” ortaya koyarak orta ve uzun vadede oyun kurucu aktörler arasına katılma şansları vardır. Jeopolitik anlam haritasıyla kastedilen, tespit edilmiş millî hedefler merkeze alınarak bir jeopolitik önem ölçeği belirlenmek suretiyle aktif ve pasif millî güç unsurlarının yönlendirilmesidir. Yeryüzündeki bütün ülkelerin stratejistleri aynı dünya haritasına bakmakta, fakat bu haritayı her biri kendi dillerince okumaktadırlar. Türk dünyasında birlik arayışları çerçevesinde jeopolitiğin Türkçe okunması, Avrasya üzerinde üç tane hilâl şeklinde yayılmış, birbirleriyle ilişkilendirilmeyi bekleyen jeokültürel hatlar üzerinde düşünmeyi mecbur kılmaktadır. Yazının kalan kısmında “Akdeniz hilâli, kuzey hilâli ve doğu hilâli”nin oluşturduğu jeokültürel hatlar üzerinde şekillenen Türk dünyasının jeopolitiği üzerine değerlendirmelerde bulunulacaktır. 1-) AKDENİZ HİLALİ ( ASİMETRİK ETKİNLİK) Kuzey Amerika ve Avusturalya’daki göçmen Türk varlığının coğrafî olarak olmasa da kategorik olarak bir parçası olduğu “Akdeniz hilâli”, Batı Avrupa’dan başlayarak Balkanlar’a uzanmaktadır. Bu hat üzerinde Türkiye’den Avrupa’ya işçi olarak gidenler, Balkan ülkelerinde yaşayan Osmanlı bakıyesi Türk toplulukları, İslâm’la Osmanlı Devleti’nin çatısı altında tanışmış Müslüman topluluklar ile kuzey hilâlinde yaşayan Anadolu Türklüğü’nün dışındaki topluluklardan ve doğu hilâlinden göç edenler yer almaktadır. Avrupa’da yerleşik Türk toplulukları, Yunanistan, Bulgaristan, eski Yugoslavya cumhuriyetleri, Romanya gibi ülkelerde azınlıklar olarak yaşamaktadırlar. Soğuk savaş döneminde Doğu Bloku, Batı Bloku ve Bağlantısızlar Bloku’na mensup farklı rejimlerin idaresi altında kalmışlardır. Bugün bu ülkelerden Yunanistan Avrupa Birliği üyesidir. Diğer ülkeler de yakın bir gelecekte üye olacaklardır. Eski Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetler de Avrupa Birliği’nin ilgi ve etki alanına girmektedirler. Bosna Hersek ve Arnavutluk da bu etki alanının sınırları içerisindedir. Başta Almanya olmak üzere birçok Batı Avrupa ülkesinde 1960’lardan bu yana Türk işçileri ve aileleri yaşamaktadır. Bu ülkelerde özellikle Kıbrıs, Kırım, Kafkasya, Doğu ve Batı Türkistan’dan değişik dönemlerde göç etmiş soydaşlarımız da bulunmaktadır. Zengin ancak demografik açıdan yaşlı Akdeniz hilâlindeki Türk varlığı, Türk dünyasına yönelik bütünleşme arayışları çerçevesinde ne ifâde etmektedir? Bu sorunun cevabı verilirken söz konusu coğrafyanın kısa ve orta vadede sahne olacağı siyasî ve ekonomik gelişmelerin gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Bu çerçevede “postmodern” bir imparatorluğa dönüşme gayreti içindeki Avrupa alanının dört bir yanına serpilmiş Türkler’in önünde “asimetrik etkinlik” hedefi açısından geçmişe göre daha uygun bir zeminin oluştuğu görülmektedir. “Asimetrik etkinlik”, belirli bir grubun aynı coğrafya üzerinde yaşayan nüfusa oranla sayısal ağırlığının üzerinde bir ekonomik ve siyasî etkinliğe sahip olmasını ifâde etmektedir. Asimetrik etkinliğin en mükemmel örneğini ABD’deki Yahudi diasporası oluşturmaktadır. Avrupa Birliği yapılanması içerisinde millî devletler arasındaki rekabet varlığını devam ettirirken, millî devletlerin sınırlarını aşan bir demografik dağılım arz eden grup ve toplulukların da etkinliklerini arttırabilecekleri bir ortam doğmaktadır. Balkanlar ve Avrupa’daki Türkler, içinde yaşadıkları devlet çatılarını aşan yatay örgütlenmeler kurabildikleri ölçüde AB’de bağımsız bir devletle temsil edilmemelerine rağmen etkinliklerini arttırabilecek, hatta mevcut konumlarını bir avantaja dönüştürebileceklerdir. Bunun gerçekleşebilmesi için kimlik değerleri üzerinde eritici bir rol oynayan politikalara direnebilmeleri, bir yandan sosyal hayat üzerinde etkili olmaya çalışırken, diğer yandan da farklılıklarını muhafaza edebilmeleri gerekmektedir. Diaspora topluluklarının etkinliklerini arttırdıkları dönemler, içinde yaşadıkları siyasî yapıların azınlıkların önünü açan büyük değişim ve dönüşümler yaşadıkları dönemlerdir. Toplumsal yapının dönüşümü, azınlıklar üzerinde iki yönlü bir etki yaratmaktadır. Bir yandan genel kitle içerisinde yükselme arzusuyla gönüllü asimilasyon eğilimleri ortaya çıkarken, diğer yandan artan özgürlükler ortamı kimlik değerlerinin yeniden üretilmesine daha fazla imkân vererek eski aidiyetlerinin pekişmesine yol açmaktadır. Akdeniz hilâlindeki Türk toplulukları da bu ikilemi yaşamaktadırlar. Bu şartlar altında Avrupa topluluğunun merkez ülkeleri tarafından uygulamaya sokulan Avrupa İslâmı gibi politikalar aracılığıyla da sistemli bir asimilasyon politikasına maruz kalmaktadırlar. Akdeniz hilâlindeki Türkler’in siyasî alanda varlıklarını hissettirebilmeleri, “asimetrik bir etkinlik” kurabilmeleri için mevcut siyasî yapılanmalar önemli bir imkân sağlamaktadır. Birbirlerine yakın oy oranlarıyla iktidarların değiştiği demokrasilerde Türk oyları çok önemli hâle gelirken, Avrupa Birliği’ne yayılan Türk varlığı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de parlamentodaki değişik gruplar üzerinde en azından belli politika alanlarında etkili olabilecektir. Yatay örgütlenmeler yoluyla birlik sağlanabilirse, atomize bir sosyal hayatın hâkim olduğu ülkelerde “blok” oylar, siyasîlerin nazarında büyük bir çekicilik kazanacaktır. Ayrıca Avrupa Birliği projesinin millî devletleri çözücü talepleri için yalnızca Türkiye’nin bir test alanı olarak seçilip seçilmediği daha iyi anlaşılabilecektir. Kurulacak yatay örgütlenmeler, Bölgeler Komitesi gibi organlar aracılığıyla teşvik edilen yerelleşme temâyüllerinin objektif esaslara dayanıp dayanmadığının sorgulanması açısından iyi bir tecrübe olacaktır. Bu örgütlenmeler aracılığıyla AB’nin her tarafına yayılmış, dayanışma içinde bir müteşebbis sınıfın doğuşu, asimetrik etkinlik hedefi doğrultusunda en mühim merhalelerden birini teşkil edecektir. Batı Trakya’da yaşanan bir sorunun Almanya ve Fransa’daki “AB vatandaşları” tarafından sahiplenilmesi meselelerin çözülmesini kolaylaştıracaktır. Yunan hükümeti karşısında yalnızca kendi vatandaşlarını ya da Türkiye’yi değil, Almanya’da, Fransa’da, İsveç’te kendisinden üyesi bulunduğu birliğin kriterlerine uymasını talep eden ve bu yönde adımlar atmaları için de kamuoylarını ve hükümetlerini harekete geçirmeye çalışan organize grupları bulacaktır. Akdeniz hilâlindeki iç dayanışma, Türk dünyasının geri kalanı açısından da önemli sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, Ermeni meselesi gibi konuların Türkiye aleyhine kullanılmasına etki eden Ermeni diasporasının gücü dengelenebilecektir. Avrupa’daki Türk varlığı güçlü bir lobi hâline dönüşebilirse, farklı alanlarda Birlik politikalarını etkilemeye çalışan gruplar açısından desteğinin kazanılması arzu edilen önemli bir müttefik olarak görülecektir. Bu konumu ise gücünün daha da artmasını sağlayacaktır. Akdeniz hilâlindeki Türk varlığı, niteliksel bir değişim içindedir. 1960’larda ucuz işgücü olarak Avrupa’ya gidenlerin çocukları henüz sayıları çok olmasa da önemli başarılara imza atmaktadırlar. Bugün sâdece Alman üniversitelerinde elli bin civarında Türk genci eğitim görmektedir. Bu manzara, şartlar olgunlaştığında “tersine beyin göçü” için önemli bir potansiyeli işaret etmektedir. Asimetrik etkinlik hedefinin gerçekleşebilmesi için AB çatısı altında sivil toplum yapılanmalarına sağlanan imkânların azamî ölçüde kullanılması gerekmektedir. İlk yapılması gereken, Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinde teşkilâtlanmış Türk derneklerinin Batı Trakya’da ve birliğe üye olacak Balkan ülkelerinde Türkler’in yaşadıkları bölgelerde şubeler açmalarının teşvik edilmesidir. Aynı şekilde bu ülkelerde mevcut olan sivil toplum örgütlerinin de Akdeniz hilâli boyunca örgütlenmiş Türk federasyonlarında yer almaları sağlanmalıdır. Avrupa kıtasını kaplayan yatay örgütlenmelerin yaygınlaşması Türklük ortak paydasında daha geniş bir bütünün parçaları olduklarının somut bir ifâdesi olacağından Balkan ülkelerindeki Türk topluluklarının üzerindeki asimilasyoncu etkilerin hafiflemesine de hizmet edecektir. İkinci önemli adım ise, millî ve dinî kimliğin korunması ve geliştirilmesi için yeni ve etkin metotların geliştirilerek devreye sokulması olacaktır. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği teknik imkânların Türk kültürünün engin zenginlikleriyle buluşturulması, yalnızca Akdeniz hilâli için değil, Türk dünyasının bütünü açısından hayati bir ihtiyaç hâline gelmiştir. Türkiye’nin bölgesinde lider ve dünya siyaseti üzerinde etkili bir ülke hâline gelişinde Akdeniz hilâlindeki gelişmeler önemli bir rol oynayacaktır. Aynı şekilde güçlenen bir Türkiye de bölgede yaşayan Türk topluluklarının aidiyet bilinçlerinin keskinleşmesine yol açacaktır. Türk millî takımının kazandığı başarıların ardından Avrupa caddelerini bir düğün yerine çeviren ay-yıldızlı gösteriler de, Kosova’ya giden Türk birliğinin karşılanışı da, gören gözler için çok şeyler söylemekte ve atılması gereken adımların yöneleceği potansiyele işaret etmektedir. 2-) KUZEY HİLALİ (BİRLİK ARAYIŞLARININ KALBİ VE KÖPRÜSÜ) Karadeniz’in kuzeyindeki Kırım’dan aşağıya doğru inerek Trakya, Anadolu, Kıbrıs, Suriye, Irak, Güney ve Kuzey Azerbaycan, Kuzey Kafkasya ve Tataristan’a kadar uzanan “Kuzey hilâli”, Türk dünyasının nüfus, ekonomi ve siyaset açısından ağırlık merkezini oluşturmaktadır. “Ağırlık merkezi”, tüm başarılı bütünleşme projelerinin vazgeçilmez unsuru olan liderliğin temâyüz edeceği zemini ifâde etmektedir. 1950 ve 60’larda hâkim olan ekonomi merkezli bütünleşme teorilerinin öngörülerinin aksine, yalnızca ekonomik refah beklentisinin bütünleşme projesini başarıya götürmek için yeterli olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır. Bütünleşme sürecinde ortaya çıkan krizlerin atlatılması ve gerekli kaynakların seferber edilebilmesi kısa vadeli kayıpları göze alabilecek üzerinde uzlaşmaya varılmış gayrı resmî de olsa güçlü bir liderliğin varlığıyla mümkündür. Liderlik için gerekli olan siyasî, ekonomik ve kültürel açıdan tabiî bir çekim merkezinin oluşabileceği en uygun vasat, kuzey hilâlinde bulunmaktadır. Kuzey hilâlinde oluşacak liderlik merkezi, bir yandan Akdeniz hilâlindeki potansiyeli harekete geçirerek ortaya çıkacak enerjiyi Kuzey hilâlinde liderlik merkezinin yükselişine kanalize ederken, diğer yandan da eşzamanlı olarak hem Kuzey hilâlinde, hem de doğu hilâlindeki bütünleşmeye yönelik adımların atılmasına yardımcı olacak bir “stratejik kaldıraç” rolünü üstlenecektir. Bütünleşmenin motorunu kuzey hilâlindeki güç merkeziyle, Doğu hilâlinde oluşacak ikinci bir başat gücün işbirliği oluşturacaktır. Uluslararası dinamikler açısından bakıldığında Kuzey hilâli, günümüzde Türk dünyasının en çalkantılı bölgesini oluşturmaktadır. Küresel hâkimiyet mücadelesinde taraf olan bütün büyük güçlerin müdâhil olmaya çalıştıkları bu coğrafyanın alacağı yeni şekil, Türk dünyasının geleceği üzerinde doğrudan belirleyici olacaktır. ABD ve “yeni Avrupa”, “eski Avrupa”, İsrail, İran, Rusya gibi aktörlerin önemli oyuncular olduğu bölgeyle yeryüzünde ilgilenmeyen iddia sahibi devlet yok gibidir. Türkiye açısından bakıldığında ise ne yazık ki bu dinamik bölgede meydana gelen gelişmeleri geniş bir Türk dünyası vizyonu doğrultusunda yönlendirme yönünde ciddî bir gayrete rastlanmamaktadır. Irak Savaşı sırasında Kerkük Türkmenleri lehine bir kazanım sağlanamadığı gibi, yalnızca millî bütünlüğümüz açısından değil, ülkemizin Kuzey hilâlinin doğusuyla olan irtibatını kesmesi yüzünden de önemli bir tehdit oluşturan “Kürt devleti”nin temellerinin atılmasına seyirci kalınmıştır. Kuzey hilâlinde bulunan Türk topluluklarıyla -bağımsız olsunlar ya da olmasınlar- doğrudan irtibat sağlamak jeopolitik bir hedef olmalıdır. Ancak, bölge yeniden şekillenirken bir Batılı gücün Türk dünyasında bütünleşme yolunda önemli bir mesafe alınmasını sağlayacak gelişmelere eylemleriyle zemin hazırlamasını ummak hayâlcilik olacaktır. Unutulmamalıdır ki Batılı ülkeler, Türk birliğini tarih boyunca menfaatlerine ters görmüşlerdir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olmasına rağmen Almanya, 1918’de Osmanlı ordularının Bakû’ye girmesini önlemek için Gürcistan’a asker çıkartmış, hatta iki ordu arasında ufak çarpışmalar da yaşanmıştır.19 “Stratejik müttefikimiz”in Kuzey Irak’ta 11 Türk subayını kaçırışı da bu durumun “çağdaş” bir tekrarıdır. AB ve ABD, Irak Savaşı sırasında ilişkilerinde derin bir kriz yaşarlarken bile iki konuda ittifak etmişlerdir. Bunlardan ilki Türk ordusunun Kuzey Irak’a girişinin engellenmesi, diğeri ise Kıbrıs meselesinin Rum-Yunan tezlerine uygun bir şekilde çözümüdür. Ancak bu ülkeler, bölgeye yönelik politikalarında Türkiye’ye biçtikleri rolü sorunsuz bir şekilde oynatabilmek için değişik propaganda taktikleri kullanmayı da ihmal etmemektedirler. Irak Savaşı öncesinde gayrı resmî kanallardan Kerkük petrollerinden Türkiye’ye pay verilmesinden bahsederek kamuoyunu yönlendirenlerin, bu iki şehri peşmerge gruplarına nasıl temsil ettikleri ortadadır. İran’daki 35 milyon Azeri Türkü ve diğer Türk gruplarının bağımsız olabilecekleri yönünde dolaşıma sokulan fikirler de benzer bir işlev görmektedirler. İran’ı yeniden şekillendirecek güç, bağımsızlığını kazanarak kuzeyle birleşmiş, Türkiye’yle de etkin işbirliği içerisine girmiş bir devletin doğuşunun, bu coğrafyada yeni bir süper gücün tohumlarının atılması demek olduğunu gâyet iyi bilmektedir. 110 milyonluk bir nüfusa, yetişmiş insan gücüne, petrol gibi temel enerji kaynaklarına sahip, güçlü bir devlet geleneğinin mirasçısı büyük bir ön Asya gücünün doğuşu, Türk dünyasında bütünleşme hedefinin yarısının gerçekleştirilmesi, diğer yarısının da bu gücün çekim alanı içine girmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden İran’da muhtemel bir federe yapılanma ortaya çıktığı takdirde Türkiye-İran sınırı boyunca uzanan bir Kürt bölgesinin oluşturulması ihtimali hiç de zayıf değildir. İran’da üniter yapı korunarak rejim değişikliğinin gerçekleşmesi ise İran’ın bölgedeki etkinliğinin Türkiye aleyhine artmasını beraberinde getirebilecektir. Kıbrıs meselesi, Kuzey hilâlinde Türkiye’nin gelecekteki liderlik pozisyonunun sınandığı önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kendi millî çıkarlarının söz konusu olduğu haklı bir meselede dâvâsının arkasında duramayan bir Türkiye’nin liderlik iddiası inandırıcılığını büyük ölçüde kaybedecektir. Türkiye, Ermenistan’ın Azerbaycan’ı işgali sırasında başarısız olduğu “güvenilirlik” sınavının daha ciddisiyle Kıbrıs’ta yüzleşmektedir. Azerbaycan, Kuzey hilâli ile Doğu hilâli arasındaki köprübaşını oluşturmaktadır. Bu yüzden Azerbaycan’la Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi öncelikler arasında yer almaktadır. Kuzey hilâlindeki bütünleşme arayışlarının ilk somut adımlarının Türkiye ile Azerbaycan arasında atılacaktır. Bu çerçevede Azerbaycan üzerindeki Ermeni, Rus ve İran baskısının dengelenmesi Türkiye’nin aktif caydırıcılık rolünü ısrarla sürdürmesine bağlıdır. Ermenistan’ın Azerbaycan’daki işgaline son verilmesi ve Azerbaycan’ın bağımsızlığının pekiştirilmesi öncelikli hedefler arasında yer almalıdır. Kuzey Kafkasya ve Rusya içerisindeki diğer özerk Türk cumhuriyetleriyle kurulacak ilişki modeli Azerbaycan politikasıyla irtibatlı bir şekilde kültürel ve ekonomik sac ayakları üzerinde sürdürülmelidir. Bölgenin bütününe yönelik işlevsel projelerin hayata geçirilmesi, ilişkilerin derinleştirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu doğrultuda Bakü-Ceyhan boru hattı örneğimdeki gibi yeni ve gerçekçi hedefler ortaya konulmalı ve bunlara ulaşabilmek için gayret sarf edilmelidir. Bu enerji hattının inşâsının tamamlanmasıyla birlikte Türkiye’nin bir enerji köprüsü olarak stratejik konumu güçlenirken, temel ekonomik zenginlik kaynağı olarak petrol satışlarına bağımlı olan Türk cumhuriyetlerinin istikrarlı ve güvenli bir güzergâhtan dünya pazarlarına açılmaları sağlanacaktır. Türk topraklarından çıkarak yine Türk toprakları üzerinden denize ulaşan “Türk petrolü”, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesine stratejik bir öncelik atfeden ülkeler açısından ciddî bir alternatif olacaktır. Ancak petrol boru hatlarının geçiş güzergâhı üzerinde bulunmakla yetinilmemeli, bütünleşme vizyonu doğrultusunda yeni işbirliği alanlarının inşâsı için çalışmalar yürütülmelidir. Türkiye, petrolün ne anlama geldiği ve petrol zengini bölge ülkelerinde nasıl değişiklikler meydana getirdiğini yakînen bilmektedir. Benzer sosyo-ekonomik gelişmeler, Türk cumhuriyetlerinde de yaşanacaktır. Ortadoğu petrolleri, yıllarca “dolar” karşılığında satılmış, elde edilen dövizlerle Wall Street ya da Londra borsalarında tahviller alınmıştır. Batılı ülkeler hem petrol ihtiyaçlarını karşılamışlar, hem de ödedikleri parayı yine kendi ülkelerinde tutmayı başarmışlardır. Ortadoğu’daki petrol zengini ülkeler, nakdî “zenginliğe” sahiplerken, bu birikimi üretken bir “sermayeye” dönüştürememişlerdir. Meselâ, Suudî Arabistan GSMH açısından çok zengin olmasına rağmen, dünyaca ünlü bir Suudî markasına rastlamak mümkün değildir. Azerbaycan ve diğer petrol ihraç eden ülkeler de petrollerini dünya pazarlarına ulaştırmaya başlamalarıyla birlikte ekonomik refaha kavuşacaklardır. Birikecek “zenginliğin” değer üreten “sermaye”ye dönüşmesinin yollarından birisi de, İMKB’nin ilk etapta Azerbaycan’la, daha sonra da diğer Türk cumhuriyetleriyle ortak bir borsa hâline getirilmesidir. Türk cumhuriyetlerinde kayıtlı devlet şirketleri ve özel şirketlerin hisse senetlerinin İMKB’de işlem görmesi için düzenlemeler yapılmalıdır. Böylece İMKB’nin derinliği olmadığı için spekülasyonlara imkân veren yapısı ortadan kalkarken sanayi için ihtiyaç duyulan sermaye girişi de emin yollardan sağlanmış olacaktır. Her ne kadar belirli zorlukların göğüslenmesini gerektirse de, böyle bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi için gerekli olan gayret, Türkiye’nin AB yolunda katlandığı fedakârlıkların yanında hiç mesabesinde olacaktır. Azeri Türkçesi’yle Türkiye Türkçesi arasındaki lehçe yakınlığı, kültürel etkileşimin hızlanması açısından oldukça verimli bir zemin oluşturmaktadır. Bu zemin etkin bir şekilde kullanılmalı, iki ülkenin yazarlarının eserlerinin ayrı bir gözden geçirmeye ihtiyaç duyulmaksızın hem Bakü’de hem de İstanbul’da yayınlandığı bir kültürel iklimin oluşması için çalışılmalıdır. 3-) DOĞU HİLALİ ( ULUĞ TÜRKİSTAN'IN İNŞASI) Yakutistan’ın da bir parçası olduğu Doğu hilâli, Hazar kıyısında Kazakistan’dan başlayarak diğer bağımsız Türk cumhuriyetlerini, İran’ın doğusunda yaşayan Türkleri, Afganistan’ın kuzeyini ve Doğu Türkistan’ı içine almaktadır. Bu bölgede Kuzey hilâlindeki Azerbaycan ve Türkiye’yle birlikte formel bütünleşme arayışlarına taraf olabilecek bağımsız devletlerin yanı sıra, başka devletlerin sınırları içerisinde özerk yapılanmalar hâlinde ya da bölgesel özerkliğe sahip olmaksızın azınlık statüsünde yaşayan Türk toplulukları bulunmaktadır. Tarihî ve kültürel açıdan bütünlük arz eden Türkistan’da Ruslar tarafından uygulanan boylardan millet, lehçelerden dil yaratma çabaları cetvelle çizilen sunî sınırlarla desteklenmiştir. Sovyet sisteminin uyguladığı bu politikalar, bağımsızlık sonrası bölgede yaşanan birçok sıkıntının da kaynağını oluşturmaktadır. Örneğin, Türk cumhuriyetlerinde yaşayan Rus azınlık geleceğe dönük olarak önemli bir sorun teşkil ederken, bölgesel düzeyde azınlık meselesi yüzünden çatışmalar komşu Türk toplulukları arasında yaşanmıştır. Kolay bir şekilde hâlledilebilecek sorunların büyümesinde bölgesel liderlik için sürdürülen rekabetin etkilerini de görmek mümkündür. Türkistan’da bölgesel bütünleşmenin gerçekleşmesi, Türk birliği yolunda atılmış büyük bir adım olacaktır. Mevcut sıkıntılara rağmen, bütünleşmeye duyulan “ihtiyaç”, kaçınılmaz bir şekilde bölge ülkelerini birbirlerine itmektedir. Bütünleşme “ihtiyacı”nı ortaya çıkaran hususların başında bağımsızlığın korunması yer almaktadır. Yakın çevre politikasıyla gözlerini yeniden eski Sovyet topraklarına yönelten Rusya’ya olan bağımlılık azaltılmadığı müddetçe köklü devlet yapılarının teşekkülü de mümkün olmayacaktır. Sovyetler Birliği’nde üretim süreçleri açısından birbirlerine ve Rusya’ya bağımlı bir ekonomik organizasyon içinde yer alan Türk cumhuriyetleri açısından bütünleşme, verimliliği arttırıcı ve bağımsızlığı güçlendirici bir rol oynayacaktır. Türk cumhuriyetleri yüzölçümlerine oranla az nüfuslu ülkelerdir. Bütünleşme, “ölçek ekonomileri”nin oluşumuna imkân vererek, “karşılaştırmalı üstünlükler” esasına göre ekonomik faaliyetlerin organize edilmesinin yolunu açacaktır. Millî orduları henüz kuruluş aşamasında bulunan Türk cumhuriyetleri, bütünleşme vasıtasıyla üçüncü ülkelere karşı caydırıcılık kazanacaklar, sınır problemleri, vb. sebeplerden kaynaklanan bölge içi çatışma riskini de ortadan kaldıracaklardır. Bütünleşmenin gerçekleşmesiyle birlikte günümüzde bölge üzerinde plânları olan güçler tarafından “sorun” hâline getirilmeye çalışılan sınırdaş akraba topluluklar, bütünleşmeyi güçlendirici birer unsur hâline dönüşeceklerdir. Türk cumhuriyetlerinin askerî zayıflıkları ortaya çıkabilecek istikrarsızlıkları bahane ederek bölgeye asker konuşlandırmak isteyen ülkelere uygun bir zemin hazırlamaktadır. Çin ve Rusya’nın bu yöndeki baskılarına bölgedeki Amerikan askerî varlığı da eklenmiştir. Batı Türkistan görülebilir bir gelecekte bu üç gücün nüfuz mücadelesine sahne olacaktır. Bölge ülkeleri aralarında uyumlu bir dış politika vizyonu oluşturabilirlerse hareket alanlarını genişletecek ve kendilerine devlet olmanın gereği olan âcil altyapı sorunlarını çözecek zaman yaratabileceklerdir. Aksi takdirde Türk cumhuriyetlerinin yeniden tek bir büyük gücün denetimi altına girmeleri ya da farklı nüfuz bölgeleri içinde yer almaları, Uluğ Türkistan’daki birleşme ümitlerine ağır bir darbe vuracaktır. Sovyetler Birliği döneminde bir iç sömürge olarak görülen Türk cumhuriyetlerinde uygulanan politikalar, etkileri günümüzde yoğun bir şekilde hissedilen büyük bir ekolojik tahribat yaratmıştır. Aral gölünün kuruması, nükleer deneme sahası olarak kullanılan Kazakistan’daki ekolojik felâket gibi çevre meselelerinin çözümü için de bölge ülkelerinin yakın bir işbirliğine girmeleri gerekmektedir. Bu yönde atılan en somut adım olan Merkezî Asya Birliği’nin desteklenmesi, güçlendirilmesi ve daha işlevsel bir hâle getirilmesi Doğu hilâlindeki en önemli stratejik önceliktir. Ancak Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin sorunlarını çözmeleri için Merkezî Asya Birliği gibi organizasyonlar tek başına yeterli olmayacaktır. Örneğin, Türk cumhuriyetlerinin hepsi, doğal kaynaklarını işletmek ve ekonomik zenginliğe dönüştürebilmek için dış sermayeye muhtaçtırlar. Yeniden yapılanma sürecindeki ekonomileri, ciddî ölçüde bilgi ve teknoloji transferinin geçekleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Açık denizlerle irtibatlarının bulunmaması da ulaşım ve taşımacılık alanlarında bölgesel bütünleşmenin dışında işbirliği arayışlarını gündeme getirmektedir. Bütün bu “ihtiyaçlar”, Doğu hilâlindeki bütünleşme girişimlerinin Kuzey hilâliyle irtibatlandırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Sermaye piyasaları çerçevesinde yapılabilecek işbirliği, enerji nakil hatlarının güvenli bir güzergâha kavuşturulması gibi bütün tarafların menfaatine olacak projelerin hayata geçirilmesi, yakınlaşma sürecini hızlandıracaktır. Ülkelerin ticaret mallarının karşılıklı olarak birbirlerini tamamlayan nitelikte olması, ekonomik bütünleşmeyi kolaylaştıran faktörler arasında yer almaktadır. Türkiye’nin ve Türk cumhuriyetlerinin ihraç ve ithal malları arasında böylesi bir uyumdan bahsetmek mümkün gözükmektedir. Türkiye bölgeye gıda, tekstil, dokuma, ilâç, makine, otomotiv, elektrik ve elektronik mamulleri ihraç edebilecek; bu ülkelerden de, ham petrol, doğalgaz, kömür, altın, uranyum, mineraller, bakır, civa, alimünyum, çinko, kimyevî ürünler ithal edebilecektir.20 GAP projesinin tam olarak hayata geçmesiyle birlikte ortaya çıkacak tarımsal ürün fazlası için de Doğu hilâli, önemli bir ihracat pazarı niteliğine sahiptir.21 Bütünleşme projelerinin başlangıcında karşılıklı bağımlılık yaratacak sektörel bazda “işlevsel” kurumların oluşturulması önem taşımaktadır. Bu çerçevede örneğin petrol, doğalgaz ve temiz enerji kaynaklarının elde edilişi ve kullanılışında yararlanılacak olan boru içeren bir Avrasya Enerji Birliği’nin kurulması önemli bir adım olacaktır. Ancak başarısız örgütlenme girişimlerinin daha sonra atılacak adımlara engel teşkil edeceği gözönünde bulundurularak işlevsel olmayan mekanizmaların kurulmasından kaçınılmalıdır. Örneğin ECO, KEİ gibi Türkiye ve Türk cumhuriyetleri dışındaki bölge ülkelerinin de üye oldukları örgütlenmeler çatışan çıkarlar yüzünden işlemeyen ve kendisinden beklenen fonksiyonları ifâ edemeyen kurumlar hâline dönüşmüşlerdir. Kültürün ve tarihin birleştirdiği Türk dünyasının işlevsel kurumlar etrafında bütünleşmesinde özel kişi ve kurumlara da önemli görevler düşmektedir. Doğu hilâlinde yatırım yapan işadamlarının artması, Türkiye’de okuyan Türkistanlı öğrencilerin sosyal, siyasî ve ekonomik hayatta yerlerini almaları, kurulmaya başlanan yeni akrabalık ilişkileri, iletişim teknolojilerinin kültürel etkileşimi artırması birlik zemininin güçlenmesine yol açacak önemli gelişmelerdir. Ancak Türk dünyasında bütünleşme arayışlarının önünde ciddî engeller de bulunmaktadır. Öncelikle yalnızca Rusya ve İran gibi bölgesel aktörler değil, ABD ve Avrupa ülkeleri de Türk birliğini menfaatlerine aykırı olarak görmektedirler. Kemal Karpat, Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin şu anki hâlinin bile Avrupa ülkelerini rahatsız ettiğini söylemektedir. İngiltere ve Fransa tarih boyunca güçlü bir Türkiye’yi Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’daki menfaatleri açısından tehdit olarak görmüşlerdir. 1991 sonrasında güçlenen Türkiye’nin önünü kesmek için Fransa‘nın PKK meselesini kaşıması da bunun sonucudur. Bu ülkelerin Kürt meselesi ile uğraşmalarıyla Osmanlı Devleti’nin tebâsı olan Hıristiyan azınlıkların haklarının korunması bahanesi ile yaptıkları müdâhalelerin ardında aynı gerekçeler bulunmaktadır.22 AB üyeliği vaadiyle Türkiye’yi dizleri üzerine çökerten taviz istekleri de, benzer bir stratejik bakış açısının ürünüdür. ABD için de aynı durumun geçerli olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Türk cumhuriyetlerine uygun bir model olarak öneminden bahsedilmesi, yaklaşık dört milyon km2’lik bir coğrafyada 150 milyonluk bir dünya gücünün oluşumuna göz yumulacağı anlamına gelmektedir. Bölgemizde yaşanan son gelişmeler de bu durumu teyid eder niteliktedir. Bütünleşme projesinin hayata geçirilebilmesi için büyük ölçüde kendi kaynaklarına bağımlı olan Türkiye’nin imkânlarının sınırlılığı, beklenen ilerlemelerin sağlanamamasına yol açmaktadır. Dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden olan Almanya’nın görece zengin, altyapı sorunlarını çözmüş Doğu Almanya’yla bütünleşirken ne kadar zorlandığı hatırlanırsa, coğrafî açıdan daha uzak bölgeleri içine alan bir bütünleşme projesinin gerçekleştirilebilmesi için ihtiyaç duyulan kaynakların büyüklüğü daha iyi anlaşılabilecektir. Coğrafî uzaklığın bütünleşme projeleri üzerindeki olumsuz etkisinin en aza indirilmesinin mümkün olduğu bir çağda yaşamamız, iletişim teknolojilerinin etkin bir şekilde kullanımı hâlinde mesafe engelinin belirli ölçülerde de olsa aşılması imkânını doğurmaktadır. Bu yönde atılacak adımlara ve yapılacak ortak yatırımlara önem verilmesi, bütünleşmenin altyapısının oluşturulması açısından önem arz etmektedir. Doğu hilâlinde yer alan diğer Türk topluluklarıyla ekonomik ve kültürel ilişkilerin canlı tutulması, öğrenci değişim programlarında daha fazla yer almalarının sağlanması, bu toplulukların maruz kaldıkları baskılar ve insan hakları ihlâllerinin ortadan kaldırılması için gerek içinde yaşadıkları ülkeler gerekse uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimlerde bulunulması, aktif bir Türk dünyası politikasının önemli sacayaklarını oluşturacaktır. SONUÇ OLARAK LİDER ÜLKE TÜRKİYE İDEALİ TURAN İDEALİ'NİN KAPISINI AÇACAKTIR 1990’larda aralarında Alvin Toffler’in de bulunduğu birçok Batılı gözlemci, “Kıbrıs’tan Çin sınırındaki Kırgızistan’a kadar Türkçe konuşanları yeni bir Osmanlı İmparatorluğu’nda toplama hayâli kuran bazı Türkler”i, dünya siyasetinin akışını etkileyecek aktörler arasında görmekteydi.23 Batı dünyasında “alarm” zillerini çaldırma maksadıyla kullanılan “imparatorluk” benzetmeleri bir kenara bırakılsa bile, Türk dünyasında bütünleşmenin gerçekleşmesinin yalnızca Türk devletleri açısından değil, uluslararası dengeler bakımından da ciddî sonuçlar doğuracağı apaçık bir hakikattir. Türk dünyasında birlik arayışlarının en güçlü motivasyonunu tarih, soy ve kültür ortaklığı oluşturmaktadır. Ancak ortak gövdeden ayrılarak geniş bir coğrafya üzerinde yayılmış bulunan Türk toplulukları farklı tarihî tecrübelere de sahiptirler. Farklı çevrelerde yaşamakta ve farklı imkânlarla donanmış bulunmaktadırlar. Geleceğe dönük projelerin başarısı, ortaklıklar kadar farklılıkların da bir enerji kaynağı hâline dönüştürülebilmesine bağlıdır. Türk devletleri arasında hızla artan kültürel etkileşimin yanı sıra henüz istenen seviyede olmamakla birlikte ekonomik faaliyetlerde de gelişme gözlenmektedir. 11 Eylül’ün ardından büyük bir belirsizlik iklimine giren uluslararası sistemin dinamikleri de Türk birliğine duyulan ihtiyacı bütün taraflar açısından artırmaktadır. Bütün göstergeler, Türk dünyasında bütünleşme yönünde atılacak adımların kaderinin en büyük Türk devleti olarak Türkiye’nin güç ve imkânlarına bağlı olduğunu göstermektedir. Güçlü ekonomisi, artan siyasî etkinliği ile “lider Türkiye” idealinin hayata geçirilerek Türkiye’nin bir câzibe merkezi hâline getirilmesi, günümüz şartlarında “Turan ideali”ne giden yolun kapısını açacaktır. Türkiye’nin her şeyden önce adım adım kendisini çevreleyen zihnî ve fiilî kuşatmayı aşması, sarsılan millî özgüvenini yeniden kazanarak “teslimiyetçiliğin” zincirlerini kırması gerekmektedir. Bu tarihî vazife, her zaman olduğu gibi Türk milliyetçilerine düşmektedir. Bir başka söyleyişle, geleceği ve işbirliği imkânları üzerine bazı değerlendirmelerde bulunduğumuz “üç hilâlin kaderi”, “üç hilâlin kaderi”ne sımsıkı bağlı olmaya devam etmektedir.
Kaynak: (İHA) - İhlas Haber Ajansı Editör: Hakan Yakın
Etiketler: Üç, Hilalin, Jeopolitiği:, Akdeniz, Hilali,, Kuzey, Hilali, ve, Doğu, Hilali,
Yorumlar
Haber Yazılımı