MHP'nin 11 il merkezinde Yerel Seçimlere hazırlık çalışmaları kapsamında düzenleyeceği MHP Genişletilmiş Bölge İstişare Toplantılarının dördüncüsü İzmir, Manisa, Aydın, Muğla, Denizli, Uşak ve Burdur illerinin katılımıyla Balçova Termal Otel’de gerçekleştirilirken, toplantıda konuşan MHP Genel Sekreter Yardımcısı Bahadır Bumin Özarslan, ABD’nin terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’ye silah ve eğitim vererek desteklemesini 'devlet destekli terörizm', İsrail'in Filistinlilere yönelik katliamlarını 'devlet terörizmi' olarak tanımlayarak, Dünyanın ABD ve İsrail'den büyük olduğu düşünüldüğünde terörle ilişkisi olan bu ülkelerin Uluslararası Adalet Divanı'nda yargılanması zamanının geldiğini söyledi.
MHP'Lİ BAHADIR BUMİN ÖZARSLAN'IN GENİŞLETİLMİŞ BÖLGE İSTİŞARE TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
Sizleri en kalbî duygularımla selamlıyorum. Genişletilmiş Bölge İstişare Toplantımıza hoş geldiniz, şeref verdiniz. Sözlerime başlamadan önce Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli’nin mahsus selamlarını ve muhabbetlerini iletiyorum. Bu topraklarda doğmuş, bu topraklarda büyümüş, bu topraklarda yetişmiş; bu toprakların havasını koklamış, suyunu içmiş, ekmeğini yemiş biri, “İzmir’in öz evladı” olarak, bir İzmirli olarak aranızda bulunmaktan dolayı duyduğum memnuniyeti bir kere daha ifade etmek istiyorum.
100. yılını tam bir hafta sonra kutlayacağımız ve üzerine titrediğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu günden bu yana pek çok badireden geçmiştir. Son dönemde, tam bir yol kavşağı olarak değerlendirilebilecek gelişme ise 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen hain darbe girişimidir. Aynı zamanda, bir işgal ve iç savaş girişimi olan bu alçak kalkışma, çok şükür ki bertaraf edilmiştir. Sayın Genel Başkanımızın o gece yaptığı çıkışla ve karşı duruşla birlikte üstlendiği liderlik, devlet ve millet hayatında büyük bir değişime yol açmıştır. O günden itibaren Türk Devleti, ciddi bir mücadele içine girmiş ve tam bir kararlılık içinde, “paralel yapılanmalarla” ciddi bir hesap görmeye başlamıştır. Buradan bir kere daha hatırlatmak gerekir ki her paralel yapı, er ya da geç hak ettiği sonla karşılaşacaktır. Kimse başka türlü hesap ve beklenti içine girmesin. Gücünü Türk Milleti’nden alan Türk Devleti, buna her zaman muktedirdir.
15 Temmuz gecesi sonrasında, yukarıda işaret ettiğim şekilde taşlar yerine oturmaya başlamış ve Türk Devleti’nin izlediği politikalar da buna göre şekillenmiştir. Bu bağlamda, dikkat çekmek istediğim bir husus da 15 Temmuz sonrası Sayın Genel Başkanımız ve Partimiz ile ilgili olarak Batı’da yapılan analizlerdir. Batı’daki çok ciddi kurumların ve özellikle stratejik araştırma merkezlerinin yaptığı çalışmalarda Sayın Genel Başkanımız için “Kingmaker” tabiri kullanılmaktadır. Türkçe’ye, “kral yapıcı” ya da “kral seçici” olarak çevrilebilecek bu tabir, siyaset bilimi literatüründe “iktidarda olmayıp iktidarı belirleyen, yönetmeyen ama yön veren” bir anlam taşımaktadır. Mimarlığını yaptığı Cumhur İttifakı’nın rotasını belirleyen Sayın Genel Başkanımız, “Her şeyden Önce Türkiye” diyerek Türkiye’yi uçurumundan kenarından almış ve düzlüğe çıkarmıştır.
15 Temmuz sonrası Türk Devleti’nin izlediği dış politika da yukarıda ifade edilen çerçeve içinde yönünü belirlemiştir. Sayın Genel Başkanımızın mimarlığını yaptığı Cumhur İttifakı, daha görünür ve uygulamaya geçmiş bir şekilde “Ankara merkezli bir dış politika” izlemeye başlamıştır. Bu dış politikanın en belirgin temel direklerinden biri de “Türk Dünyası eksenli” politikalardır. Bir başka deyişle Türk dış politikası, Partimiz MHP’nin kurulduğu günden bu yana önerdiği ve ısrarla takipçisi olduğu bir çizgide ilerlemektedir. Kısacası Partimizin politikaları, 8 yıl içinde pek çok defa şahitlik ettiğimiz ve saatlerce konuşsak bitiremeyeceğimiz kadar örneklerden de anlaşılacağı üzere, bir devlet politikası hâline gelmiştir.
Konuşmamın bundan sonraki bölümünde, son dönem gerçekleşen önemli dış politik gelişmeler üzerinde duracak ve Partimizin yaklaşımını bir kere daha izah etmeye çalışacağım. Bunlardan ilki, Suriye sorunudur. Bildiğiniz üzere, “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin Suriye’ye sıçramasıyla birlikte bu mesele, Türk dış politikasının en önemli konularından biri hâline gelmiştir. 2011 yılından itibaren pek çok merhalede, muhtelif gelişmeler yaşanmış ve sorun, adeta bir matruşka gibi iç içe geçerek pek çok boyuta evrilmiştir.
Her şeyden önce şu hususa işaret etmek gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uluslararası hukukun en temel ilkeleri olan “devletlerin ülke bütünlüğüne ve siyasî bağımsızlığına saygı” ve “devletlerin egemen eşitliği” ilkelerine bağlıdır. Bu ilkeler, her devlet için geçerli olup ikili ve çok taraflı ilişkilerin tamamını kapsamak zorundadır. Öte yandan, uluslararası toplum içinde açık bir gerçek de yıllardır ve hemen her gün gözümüzün önünde cereyan etmektedir ki söz konusu ilkelerin ihlâlinde, en çok kullanılan araç terörizmdir. Partimiz ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, her türüyle ve her yönüyle terörizme karşıdır. Bu çerçevede, Suriye sorununa müdahil olan devletlerin, özellikle de ABD’nin terörizm karşısındaki çelişkili ve tutarsız tavrı ise ayrıca dikkat çekmekte; Türk Milleti’nin tepkisini toplamaktadır.
ABD’nin Suriye sorununda kendisine müttefik olarak PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’yi seçmiş olması, gerek yukarıda belirtilen uluslararası hukukun temel ilkeleri ve kural koyan antlaşmaları açısından gerek Türkiye ile ilişkilerinin çerçevesini çizen ikili antlaşmaların hükümleri bakımından gerekse her iki devletin üye olduğu uluslararası örgütler, özellikle de NATO zemininde, gayrı meşrudur. Bir başka deyişle ABD, hem uluslararası hukuku hem Türkiye ile taraf olduğu ikili antlaşmaları hem de Türkiye ile birlikte üyesi olduğu örgütlerin kurucu antlaşmalarını, özellikle de NATO’nun kurucu antlaşmasını ihlâl etmektedir. Öte yandan kendi resmî belgelerinde PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul edip PKK’nın Suriye’deki uzantısını müttefik olarak ilân etmek ve desteklemek, ABD iç hukuku bakımından da hukuka aykırılık oluşturmaktadır.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki ABD ile PYD-YPG ilişkisi, uluslararası hukukta “devlet destekli terörizm” kavramıyla bire bir örtüşmektedir. Devletlerin doğrudan veya dolaylı olarak, açık veya örtülü bir şekilde, pek çok açıdan bir ya da daha fazla terör örgütünü desteklemesi, uluslararası hukukun açıkça çiğnenmesidir. ABD destekli terörizmin bugün en yaygın olduğu coğrafyalardan biri olan Suriye’de ise Türkiye, başta IŞİD-DEAŞ ve PYD-YPG olmak üzere, kendi ülke bütünlüğünü ve siyasî bağımsızlığını korumak için terör örgütleriyle amansız bir şekilde mücadele etmektedir. Türkiye aynı zamanda, başta ABD, Rusya ve İran olmak üzere, Suriye’de etkin olan bütün devletlere de terörizmle ortak mücadele çağrısında bulunmaktadır. Bu çağrısına kısmen bile destek vermeyen tek devlet, ABD’dir. Tabii ki bu karar, bir egemen devlet olarak ABD’ye aittir ancak ABD, 15 Temmuz’dan sonra iyice anladığı bir gerçeği hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. ABD veya diğer devletler, ister destek olsunlar ister olmasınlar, Türkiye bu konuda kararlıdır. Suriye’deki etkin müdahalesi, terörizm belasının kökü kazınana kadar devam edecektir. Buna karşı çıkmak isteyenler, yakın zamanda sığınaklara kaçmak zorunda kalan Amerikan askerlerinin düştüğü durumu hatırlamalı; siperlerini ve sığınaklarını ona göre daha güneye doğru kaydırıp daha çok asker alacak şekilde genişletmeye gayret etmelidir.
Suriye’deki “ABD destekli terörizm”, ABD’nin Türkiye ile birlikte üyesi olduğu NATO üyeliğinden kaynaklı yükümlülüklere de aykırılık teşkil etmektedir. Uluslararası örgütlere üye devletler, uluslararası örgütler hukuku gereğince diğer üye devletlerin ülke bütünlüğüne ve siyasî bağımsızlığına saygı duymak zorundadırlar. Nitekim NATO Antlaşması da bu yönde açık hükümler barındırmaktadır. Dolayısıyla ABD’nin PYD-YPG ile yürüttüğü ilişki, ABD’nin NATO üyeliğinden kaynaklı yükümlülüklerine de aykırıdır.
Son günlerde bir başka gündeme gelen konu, kanayan bir yara olan Filistin sorunudur. 1917 Balfour Deklarasyonu ile başlayan süreç, 1948’de İsrail’in bağımsızlığını ilân etmesiyle tırmanmaya başlamış ve günümüze kadar hız kesmeden devam etmiştir. Yıllardır İsrail eliyle gerçekleştirilen vahşice uygulamalar, uluslararası hukukta “devlet terörizmi” kavramıyla tam olarak örtüşmektedir. Devlet tarafından resmen yürütülen, kamu görevlilerinin açıkça kullanıldığı, şiddetin yaygın ve sistematik olarak gerçekleştirildiği, insan hakları ve insancıl hukuk kurallarının çiğnendiği bir terörizm türü olan devlet terörizmi, kurulduğu günden bu yana İsrail için bir devlet uygulaması hâline gelmiştir. Son günlerde Gazze’de yaşanan ve İsrail eliyle gerçekleştirilen barbarca eylemler, söz konusu devlet uygulamasının son örneğidir.
İsrail devleti, yıllardır olduğu gibi son olaylar sırasında da yine bir dizi uluslararası suç işlemeye devam etmektedir. Uluslararası ceza hukuku kapsamında soykırım suçu, insanlığa karşı suç ve savaş suçu sistematik olarak işlenmektedir. İsrail eliyle gerçekleştirilen sistematik uygulamalar neticesinde Filistin halkı, 9 Aralık 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesi kapsamında, açıkça soykırıma tâbi tutulmaktadır. Gerek İsrail’in kamu görevlileri gerekse bir devlet olarak İsrail, bu sözleşmeden kaynaklı olarak sorumluluk altına girmektedir. Öte yandan 1948 Sözleşmesi’nin 3. maddesine göre İsrail’e destek olan ve yardım eden diğer devletler de eylemleri gerçekleştiren İsrail gibi sorumlu kabul edilmektedir. Bahsi geçen sözleşmeye göre İsrail, sözleşmeye taraf herhangi bir devletin şikâyeti üzerine Uluslararası Adalet Divanı tarafından yargılanabilir. Uluslararası toplumun artık bu seçenek üzerinde ciddi ciddi düşünme ve harekete geçme vakti gelmiştir.
Öte yandan İsrail, silahlı çatışmalar hukuku kuralları olan 1949 Cenevre Sözleşmelerini ve bu sözleşmelerin ek protokollerini de açıkça ihlâl etmekte; bahsi geçen düzenlemelerden yer alan “gereksiz acılara sebep olmama, siviller ile askerî hedefler arasında ayrım gözetme, yaralılar ve hastalar ile esirlere ve sivillere dokunmama, insanî muamele, orantılılık, mülke zarar vermeme, sadakat” gibi en temel ilkeleri hiçe saymaktadır. Ayrıca yine söz konusu düzenlemelerde yasaklanmış olan silahları kullanmaya da açıkça devam etmekte, Filistin halkına ağır bir zulüm gerçekleştirmektedir.
İsrail’in hiçe saydığı bir başka konu da Filistin meselesinin özünü teşkil eden Kudüs’ün statüsüdür. Arapça’da “kutsal şehir” anlamına gelen ve üç semavî din açısından da kutsal kabul edilen Kudüs şehriyle ilgili olarak 29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı BM Genel Kurulu kararı, son derece önemlidir. Bu kararda, Filistin’de bir Arap ve bir de Yahudi devleti kurulması, Kudüs’ün de “uluslararası bir rejim (corpus separatum)” altına alınması öngörülmüştür. Kararın Üçüncü Bölümü’ndeki düzenlemeye göre Kudüs, özel bir uluslararası rejime tâbi olacaktır. Sonraki yıllarda BM Genel Kurulu’nun ve BM Güvenlik Konseyi’nin sıklıkla atıf yaptığı bu karar, sürekli göz ardı edilmiş ve İsrail, hem Kudüs’ü hem de Filistin topraklarını işgal etmiştir. İki devletli bir coğrafya ve özel statülü Kudüs oluşturulmadıkça, sorunun bitmesi de mümkün değildir. Bu bağlamda gözden kaçmayan bir başka önemli husus da ağır insan hakları ihlâllerine ve ilkel bir vahşete rağmen genel olarak BM’nin yetersizliği, özellikle de BM Güvenlik Konseyi’nin acziyetidir. Son olaylar sonrasında, ABD’nin, İngiltere’nin ve Fransa’nın daimî üyelikten kaynaklanan vetoları sebebiyle bir karar alamayan Güvenlik Konseyi ve BM sistemi, artık açıkça sorgulanmalıdır. BM sistemi, bu hâliyle devam edemez; ederse de hiçbir itibarı kalmaz. Dolayısıyla BM sistemi, artık kökten değişmelidir. Zira “Dünya, Beş’ten de ABD’den de İsrail’den de büyüktür.”
Son olarak değinmek istediğim konu ise KKTC’nin 40. kuruluş yıldönümüdür. 15 Kasım 1983’te kurulan KKTC, bugün gelinen nokta ve özellikle Cumhur İttifakı eliyle izlenen “Ankara merkezli-Türk Dünyası eksenli” dış politik yaklaşımın bir sonucu olarak tanınma aşamasına gelmiştir. Ada’da yaşanan gelişmeler ve Cumhur İttifakı’nın kararlı politikası, 40. yılında “iki devletli çözüm” ihtimâlini hiç olmadığı kadar güçlendirmiştir. Bu çerçevede, özellikle Azerbaycan’ın İkinci Karabağ Savaşı sonrası izlediği politika, çok önemli bir gelişmedir. Cumhur İttifakı ile birlikte, Türkiye’nin resmen hayata geçirdiği “iki devletli çözüm ve KKTC’nin tanınması” politikası, Azerbaycan tarafından önemli adımların atılmasını tetiklemiştir. 2005 yılında Lefkoşa’ya ilk doğrudan uçuşu gerçekleştiren ve tanımaya zihnen eğilimli olan Azerbaycan, 2021’den itibaren resmî heyetleri aracılığıyla KKTC’ye ziyaretler gerçekleştirmektedir. Her iki devlet başkanı İlham Aliyev ve Ersin Tatar, “Denktaş çizgisi”ne uygun bir şekilde görüşmeye devam etmektedir. Nitekim yakın zamanda, Ersin Tatar’ın Azerbaycan ziyareti, önemli bir virajın dönülmesi anlamına gelmektedir.
Cumhur İttifakı’nın Karabağ sorunundaki etkin politikalarının Türk Dünyası’nda yarattığı etki, diğer Türk devletlerini de yörüngesine almış ve KKTC, Türk Devletleri Teşkilatı’nda gözlemci devlet olarak yerini almıştır. Özellikle Azerbaycan’ın KKTC’yi tanımaya yakın olduğu, karşılıklı açıklamalardan ve takındığı tutumdan da anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, KKTC’nin kuruluşunun 40. yıldönümü olan 15 Kasım 2023’te, Azerbaycan’ın KKTC’yi tanıması çok şık bir karar ve anlamlı bir diplomatik hamle olarak düşünülebilir. Böylesi bir adım, rahmetli Ziya Gökalp’in işaret ettiği ve Türk Birliği’nin ikinci aşaması olan “Oğuz (Türkmen) Birliği”nin tesisi bakımından, daha da anlam kazanacaktır. Ayrıca “Üç Devlet-Tek Millet”in gerçekleşmesi demek olan bu adım, “Yedi Devlet-Tek Millet” yolunda ilerleyen Türk Dünyası’nın birliği için de yeni bir kapı aralayacaktır. Zira böylesi bir gelişme, Sayın Genel Başkanımız tarafından dile getirilen şu gerçeğin tescillenmesi demek olacaktır: “Türk Dünyası, Dünya’dan büyüktür.”
15 Temmuz sonrasında dış politikada yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin giderek artan bir ağırlığa kavuştuğunu bize açıkça göstermektedir. Bu ağırlığın gözle görülür bir şekilde ve küresel ölçekte artmasında, Cumhur İttifakı’nın politikaları son derece önem taşımaktadır. Cumhur İttifakı ile birlikte değişen dış politika yaklaşımı, “Ankara merkezli ve önemli oranda Türk Dünyası eksenli çizgi”nin belirginleşmesi sonucunu doğurmuştur.
15 Temmuz sonrası Türkiye’nin izlediği dış politika stratejisi, Türkiye’nin uluslararası toplum içindeki ağırlığını da açıkça gözler önüne sermiştir. Görmezden gelinen bir Türkiye, artık yoktur ve bundan sonra da olmayacaktır. Tam tersine Türkiye, hem bölgesel hem de küresel sorunlarda müdahil olan ve daha öncesiyle mukayese edilemeyecek oranda belirleyici olan bir devlet konumuna gelmiştir.
Bilindiği üzere Cumhuriyetimizin 100. yılı hedefi, ortağı olduğumuz 57. Hükümet döneminde 2000 yılında hazırlanan “8. Kalkınma Planı” ile bir devlet politikası hâline gelmiştir. Sayın Genel Başkanımızın 1992 yılında dile getirdiği ve 57. Hükümet döneminde, kendisine bağlı olan Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan bu planda da ifade edildiği üzere Türkiye, 2023’te bölgesel güç olma hedefine ulaşmış olacaktı. Sadece son birkaç yıldaki gelişmeler bile Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu ve hatta ötesine geçtiğini göstermektedir. Artık bölgesel üstü bir güç hâline gelen Türkiye, yine Sayın Genel Başkanımızın 1997 yılında ifade ettiği “2053’te Süper Güç” olma hedefine doğru yürüyüşünü ise 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 seçimleriyle birlikte başlatmıştır. Bu yürüyüşün aksamaması ve hızlanması, Cumhur İttifakı’nın başarılı olmasıyla doğru orantılıdır ve 2024 yerel seçimleri, Cumhur İttifakı için bu yönüyle de anlam taşımaktadır.
Sözlerime burada son verirken toplantımızı şereflendiren ve bizleri sabırla dinleyen siz değerli ülküdaşlarıma ve hemşehrilerime ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Sizleri en derin saygılarımla ve muhabbetle selamlıyorum. Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun. Ne mutlu Türk’üm diyene! Ne mutlu Ülkücü’yüm diyene!